2023-08-03 13:19:00
GÖLGENİN GÖLGESİ..!
Kral Odisseus; yıllar süren Troya savaşının bitiminden sonra ülkesi Yunanistan’a dönerken, kendisini diri diri yemeye kalkan denizlerin tanrısı Poseydon’un oğlu tepegöz Polifemos’un gözünü kör eder. Bu yüzden (haşa ) tanrı Poseydon da onun başına büyük yıkımlar ateşler yağdırmaya başlar..” Şimdi böyle bir girişin nasıl gelişme ve sonucu olduğunu merak ettiğinizi biliyorum.
Efendim kimilerine göre öykü yazmak, başlı başına bir iddiadır. Kimilerine görede akıl sınırlarını zorlayan rüyaların kağıda yansıması, kimilerine göre uydurulmuş mitolojik destanların günümüze ayak uydurmasıdır. Ben ufuk çizgisinin ucundan nefes almadan bir solukta okuyacağınız kurgusal olmayan, gerçeğin taa kendisi geçmişin ayak izlerini sürerek, samimi duygularla bezenmiş örgü kapısını size açıyorum.
Gündüzleri güneşin parlak ışıkları gözlerini alınca, geri isteyen ve güneşi örten bulutları bile eleştiren , haksızlığa, zalime zûlme başkaldıran, korkularına inat karanlığa meydan okuyan ben. Evet ben, şımarık ve inatçı bir genç kız, ben Çav Bella dinleyen bir partizan. Biraz Komünist biraz burjuva. Kimseyi ezmeyen ama ezilmeyen aristokrat, Jüpiter hayranı bir denizkızı. Hem yağmurlu hava, hem ışıl ışıl güneş, hem bulut, hem de ay. Mevsimlerden biraz güz, biraz yaz. Vadideki don vurmuş zambakların yaprakları kadar hem gri, hem yeşil , hem de biraz mavi ama sağanak yağmur yüklü notalardan oluşan, müzikal bir candım. Sonsuzluğun ötesine özlem duyarken, ötelerin ötesi kavramını beynim de henüz çözememiştim.
Rüyalarımı hep ipek kozası gibi örülen şatolara benzetirdim. İçindeki prenses asi, güçlü ama duygusal. Konuşmayı ve yazmayı da çok severdim. Bizim eve çok yakın kurulan semt pazarından ellerin de fileyle dönen teyzelere hep yardım eder içimden derdim ki; yardım edene yardım edilir. O zamanlar merhamet edene, yerler ve gökler de merhamet eder diye bir cümleyi duymamış - öğrenmemiştim !
Sessiz bir gölün kıyısında SONBAHAR ekinoks yaşarsanız eğer bu sizin için olağan üstü bir hatıra olacaktır. Dünya üzerinde yaşayan insanların çoğunun bu tabiat harikası oluşumdan haberdar olduklarını hiç sanmam. Velev ki olduğunu kabul edelim, bu sayı bir elin parmaklarını geçmez . Ben papatyaları çok severdim özgürlüğün simgesi gibi gelirdi. Onlarda bu sevgimi karşılıksız bırakmazlardı. O zamanlar ruh halim bambaşkaydı. Zannederdim ki, ben gülünce şehir gülüyor, ağladığımda kediler de ağlıyordu. Çocuktum işte, masumdum ben öyle sanıyordum. İlkokula giderken annem bana hemen unutacağım, büyüyünce etkisi altında kalmayacağım masallar anlatırdı. Bende korkularımı masallar da bıraktım ve bir daha da onları almaya gitmedim.
Dün geçti, yarın muamma, önemli olan anı yaşamak diye öğretmişlerdi bize. İnsan ayaklarını toprağa basınca kendisini sakin ve huzurlu hisseder ya keşke her zaman böyle hissetse !
Bilirsiniz şehri orta yerinden bölen nehrin çılgın suları gibi gece insanları bir gecede, iki gündüzü yaşar ve düşlerler. Bende geceleri kitap okumayı çok severdim. Bir de yıldızlardan yorganı olan baykuşlara çok özenirdim. Benimde yıldızlardan yorganım olsa diye hep hayıflanmışımdır.. Sezar ismini verdiğim, bembeyaz bir kedim, fındık kabuğunu kıskandıracak parlaklıkta tüylerle kaplı bir Sincabım vardı. Kedimin mırıltıları hiç kesilmezdi. Babaannem onlar Alemlerin Rabbini zikrediyorlar derdi. Ben ise müstehzi bir gülüşle " hmm derdim. Çünkü o Zaman'lar ben hiç / hiçliğin karanlığında kaybolmuş bir bireydim.
Sevgili kedim " Sezar " geceleri benim gibi RÜYA BEKÇİLİĞİ yapar, gündüzleri uyurdu. Sincabım da kedim gibi sımsıcacık bir candı. Onun bizimle yaşamasına o kadar çok alışmıştık ki evimize canlılık getirmişti..
Her Cumartesi sokağımıza kurulan semt pazarına Sincabımla gider, en sevdiği kuruyemişlerden alırdım. Benim odamda ki masanın üzerinde, her zaman bir kaç çift kitap, yanında da annemle babamın siyah beyaz gençlik resimleri arzı endam ederdi. Yatağımın tam karşı duvarın da ağlayan çocuk tablosu annemle babama gıptayla bakar gibi duruyordu. Küçük amcamın Jawa marka motosiklet'i vardı. Benim için motosiklet'e binmek bisiklete binmekten daha zevkliydi. Bazı komşular '' kızlar motosiklet'e binmez '' deseler de ben onlara kulak asmaz inadına binerdim.
Magazin mecmuası alırdı annem. Bizde mecara romanları alırdık. O zamanlar dergiye mecmua deniyordu. Tamamen özendirici kültür emperyalizm fırtınasında Renkli resimli reklamlar, boy boy mayolu bikinili artistler, aile yapısını bozacak yasak aşklar, Yeşilçam sinemasından, Holywood dan bir nesli başından ayaklarına kadar çırılçıplak bırakan utanmayı, kadim değerleri, maneviyatı alt üst edecek haberler vardı. Her şey emperyalist dünyanın bu aziz milleti özünden uzaklaştıracak deprem fırtınası, bunların hepsi bir projeydi.
Necip Fazıl’ın dediği gibi ''Yahudiler ve avaneleri / evet onlar, yumurtalarını pişirmek için, dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir.''
Bilmedik bilemedik.
HİKAYE DEVAM EDER..!
...... Ve her sabah güneş doğar, sonra yine gece olurdu. Bazı geceler sessizlik konuşur, aynalar susardı. Sonsuzluğun hazin özlemi, dağınık hislerimi kıskıvrak yakalar odam da çıt çıkmazdı. Yine güneş her zaman ki görkemiyle biiznillah doğar, bir sonraki geceye kadar insanlara umut aşılardı.
Biz çocukken; amatörce futbol oynamak oldukça zevkli bir yandan da eziyetliydi. Sokaklarda tek kale maç yapmak oldukça popülerdi. Çim sahalar henüz mahalleler de boy göstermemişti. Sular düzenli akmaz, sık sık elektrik ve su kesintileri yapılırdı. Bizim zamanımızda klimalı otobüsler , metrolar yoktu ama erkek çocukların faniladan bozma formaları şortları vardı. hepsi fedakar annelerin el emeği göz nuruydu. Sakızdan çıkan artist ve futbolcu resimleri özenle biriktirilirdi. O zamanlar hayallerimiz, umutlarımız, hatta uğruna ölümün bile göze alındığı ideallerimiz vardı.. Yürek ısıtan sımsıcacık sağlam dostluklar kurulurdu. Evimizde çayımız, ekmeğimiz, şekerimiz hatta yoğurdumuz bittiğin de ödünç isteyebileceğimiz komşularımız, vaz geçmediğimiz aşklarımız vardı..Sonra ben ve hayallerim genişleyip büyüdükçe, hayatımda ve ruhumda ifade etmekte zorlandığım, eksik olan bir şeyler olduğunu hissetmeye başladım.Aslında kendimi bildim bileli, okumaya , araştırmaya karşı ilgim sonsuz boyuttaydı. Evrenin oluşumu, uzay yolculukları, ay ve güneş tutulmaları müthiş ilgimi çekerdi. İlkokul da, Musul ve Kerkük sınırına derin hendekler kazıp sınır ötesi
petrolleri kendi sınırlarımız içine akıtmayı bile ciddi ciddi planlamıştım.
Nefes nefese okuduğum bir macera romanında, “gece uykusuzları rüya bekçisidir / sokak lambalarının nöbetçisidir “ diye bir cümleyle karşılaşmıştım. Birileri pervasızca her şeyi tüketirken, geceyi uykusuz geçirenler, gölge biriktirirler derdi babam. Gecenin kabuslarını, zehirlerini gün ışığının temizlediğini söyleyenlerde vardı. Gece ve gündüz, birbirinin ayıplarını örten, her zaman birlikte hareket eden iki can arkadaş iki yoldaş ..Bazı şeyleri zamana bırakmak sanırım, direnmenin, gözleri kör eden gerçekleri örtmenin en iyi yoluydu. Kelimeleri köpürten fırtınanın etkisine aldırmadan, üfleyince uçan kimliksiz sayfalara geçiş yapıyordu insanlar.Ben ve yüreğim kainatın sahibinin mesajlarını henüz keşfetmemiş, ateizmin bataklığına çekilmek istenen inançsızlık çizgisinde yalpalayan biçareydim. İşte öylesine, öylesine yaşadığım gece yalnızlıklarımda, benim bakışlarım buluttan oluyor kirpiklerime hüzün prangaları vuruluyordu. Sahipsizliğin girdabı içinde yüreğimi avuçlarımın arasında ovalayıp ağlıyordum için için.. Hayatımda her şey mükemmel görünsede içimde bir boşluk olduğunun farkındaydım. Gözyaşlarıma mavi şemsiyeler açmak , umut dolu yarınlar yaşamak istiyordum.
Burası Başkent Ankara. Ben ve tüm kent insanları, şehri ve hayatı tanıma telaşı içinde bocalarken gri sisler çökmüştü gökyüzünden yüreklere. Koşmak istiyor hatta kaçmak istiyordum zaman zaman. Ama bu hislerimi ertelemeyi başarıyordum. Zamanla yarışırken çekilmiş fotoğraflarım albümleri süsleyeli yıllar olmuştu.Albümler kaçmak istediğiniz ve özlem duygularınızın depreştiği durumlarda içinde gölleri nehirleri, çağlayanları, gök kuşaklarını yakaladığımız gizemli bir romandır.Zaman vardı veya yoktu. Zaman belki de sevdalinkaların doğurgan sözcükleri arasında sıkışıp kalmış fantezilerdi.. Belki de denizcilerin hayallerini süsleyen deniz kızlarının uçma tutkusu gibi, geminin direğine asılı kalmış bir yelpaze, belleğin kafesinde tutuklu kalan maviyle yeşilin raksı, belki de çabuk büyümek için kum saatine ufak tefek dokunuşlarla müdahale edilen andı..Ve biz zamanı tanımlamakdan aciz, zamansız çocuklar hep baharı bekledik alev alev yanan yeşil denizlerde.
Günler günleri aylar ayları kovaladı. Hırçın yürek denizim durulmuş, ütopik kumdan şatolarım bir bir yıkılmaya başlamıştı. Şimdi hakikat güneşinin ışıkları etkisiyle yüreğim sımsıcaktı. Uzayın derinliklerindeki kara delik gibi beni sarsan içsel boşluğum dolmuştu. Artık kalb ibremi sûkuta bağlamalı ve Lâl olmalıydım. MUCİZE gibi manevi bir silkinmenin ardından, radikal aydınlanmanın ışığında “zihinsel devrim yapacak hiçlikten kurtulacak gerçek anlamda ben olacaktım. Denizler sakinleşecek dalgalar sûkut bulacak, gökkuşağı rengarenk flamalar gibi, gökyüzünde salınacak ve yüreğim kainata yayılan mesajları kolayca alacak, başımı Hakka ram edecek mistik zamanlara, İbrahim'i davetin adresi Menzilime yelken açacaktım.…
Kim tövbe eder de âhiret hayatını isterse “Şüphesiz Allah, çokça tövbe eden ve çok temizlenenleri sever.”
( Bakara Suresi / 222. Ayet )
Gül Gülasem ATEŞ