×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Yayın İlkelerimiz Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Tepebaşı Odunpazarı Bölgesel Ekonomi Siyaset Asayiş Eğitim Gündem Sağlık Yaşam Spor Eskişehir tanıtım İlçeler Röportajlar

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri Kripto Para borsası Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

Gül Gülasem Ateş

HİÇ....!


2023-01-04 21:37:00

 

HİÇ...!

Evrende zaman yırtılmış, umut barajı taşmış, seller dereler halinde dört bir yanı işgal etmiş,  güneş tepelerin ardında, usul usul kayboluyordu.

Vakit kızıla gebeydi. Çoluk çocuk bütün kuşlar seyrüsefer ediyordu aşiyanlara...

Uçsuz bucaksız üzüm bağlarına , ayçiçek tarlalarına, şeftali ağaçlarına, lavanta bahçelerine, erguvanların morumsu pembe renklerine, kitapların sıra sıra dizilmiş tozlu raflarına ve incir ağaçlarına konan  sempatik kırlangıçlara karartma geceleri gibi laci - siyah çöküverdi sessizce ve derinden.. Kurşun kalemlerin ucunda asılı kalmış cümlelerin kanatlarında düne dair fısıltı taşıyan mitolojik şiirler ayaz vurmuş geceyi yavaş yavaş rehin alırken, kuytu sokağın girdabında çöplüğü karıştıran Samur kedinin gözbebeklerinde fareler resmî geçit yapıyordu. Gürültüye uyanan Hatice teyze terliklerini ayağına geçirdiği gibi bir solukta balkona çıkıp, " kim var  orada ? " diye sokağa bağırırken  ayağından çıkarttığı terliği, gözleri ateş gibi parlayan kedinin üstüne fırlattığında gece sönmüş insanlık uyanmaya başlamıştı.Kızıldan maviye geçerken yeryüzü sonsuz karanlıkta, kıpır kıpır kıpırdayan milyonlarca yıldız ve evren'i saran kapkaranlık gecenin koynuna sükutun gölgesi düşmüştü.. Varlığın ötesinde maviye sevdalı güneş, dünyadan 1 milyon 303 bin kez daha büyük bir ateş topuydu ve dünya'ya 1 mm yakın olsa yakacak  1 mm uzak kalsa acunu alem   buz tutacaktı.    Kâinatın nizamı, muhteşem sistem, ince bir âhenk ve eşsiz bir uyum. Bu müthiş intizamı tasavvur etmek , sardunyaların neden pencere önü sohbeti yaptığının bilinmezliğine eşitti. Şuracıkta, yayla evinin bahçe kapısında siyah beyaz  iki keçi birbiriyle inatlaşıyor, insan ömrünün " kozmik takvimde " ne ifade ettiği konusunda tartışıyorlardı.

 

 

Çoban Ali elinde kavalıyla yanlarına yaklaştı " bir nefes " HÛ “hacminin alacağı süre Belki 10 veya 15 salise! "dedi ve kavalını çala çala oradan uzaklaşırken, kara keçi "Biliyor musun düşen yaprağın çığlıklarını duymak için önce dağların, denizlerin,  ırmakların ve kainatın dilini çözmek, sessizliğin sesini duymak gerek  " dedi beyaz keçiye. Beyaz keçi hem yol arkadaşını dinliyor hemde sakalıyla oynuyordu. Mikrodan Makroya Kuantum Fiziği doğrultusunda bu yaşlı dünyayı anlayabilmek için kişinin önce kendisini ve kusursuz kainat döngüsü içindeki şiirsel matematiği anlaması gerekir” dedi yılların tozunu yutmuş bir simyacı edasıyla beyaz keçi.İnatlaşmayı bırakıp arkadaşı Kara keçiyle hoplaya, zıplaya ormana doğru koştular.

Dünya,  şaşaanın dibe vurmuş haliydi, ama biz şatafatlı dünyanın şaşaasına aldandık da susmayı başaramadık. Ölü bir embriyonun  kuramadığı hayaller, aniden patlayan Venüs'ün gökyüzüne salvolar halinde fırlattığı Volkan bombaları gibi kaybolup gitmişti..

Adem Aleyhisselam yeryüzü demekti. Ovalar, dağlar, yaylalar ve deniz. Siyah, beyaz, esmer, kırmızı, mavi , yeşil. Kimi akışkan, kimi yumuşak, kimi sert. Varlığın gölgesinde, ebedi hayata uzanan Çınar'ın  bir kuru dalından  çıkan ney sesinin letafeti, kurak bekleyişlerin, kördüğüm olmuş bir ibrişim yumağın kareköküydü hayat. Şahmerdanların silleleri gibi poyraz estiren, laci gecelerin pili bitmiş fenerleri şimşeklere sevdalıyken,  çağlar ötesinin kısık sesi yankılanırdı  dar sokaklarda. Dur - durak bilmeden çılgınca akan bir selin,  kara şövalyelerin at koşturduğu ortaçağ Avrupası denilen karanlık pespaye zamanlardan  bu günlere ulaşan sadece dündü, bitmiş- gitmişti. Muğla’daki Göktepe dağının güney eteklerindeki antik tiyatro da yaşlı soytarı,  allı güllü atlas'tan kesilmiş kostümüyle kara mizah yaparken, kediler fareleri kovalıyordu sararmaya yüz tutmuş sayfaların her köşesinde. Adı sanı duyulmamış, zemheri yemiş bir ülkenin  çiğ tanelerini kıskandıran, gölgelerin altına sığınmış gözyaşı yareni, hıçkırıktan başka hiçbir şey yoktu heybelerde.

 

Taa  uzaklarda eski bir antikacının önündeki akvaryumun içinde yavru su kaplumbağası, oradan, oraya  koşup dururken birden olağan üstü bir kalabalık toplanmış,  maçı kaybeden takımlarını yuhalamaya başlamışlardı. Bir çocuk kalabalığın arasından sıyrılarak akvaryumun yanına geldi, yüzünü cama yapıştırarak  kaplumbağayı izlemeye başladı. Kaplumbağa uçar gibi çocuğa yaklaştı, yürek sesiyle dedi ki " Öylece durup bana bakıyorsun ama içimdeki acıları bilmiyorsun ? Yada ben senin yüreğindekini bilebilir miyim.?

Çocuk şaşkınlıktan kalakalmış, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Artık etrafındaki sesleri duymaz olmuştu  kirpiklerinden birkaç damla yaş süzüldü, boynunu büktü ve gitti...

Rüzgarla şişen beyaz yelkenliler, kara yürekli beyaz adamların, adında zulüm vahşet kodlanmış  sömürgeci - emperyalist - müstemlekeci zihniyetin seyrü-seferlerinden hiç bahsetmedi. Batmakta olan bir geminin duvarlarına resim yapanların acıyla yoğrulmuş  bedenlerinin kan çanağı gözlerinden dışarıya akseden kocaman bir hüzün zamanın kulağını çekiyordu. 

Ve sonsuzluk; kainatın muhteşem düzenini anlayabilen insanlara verilirdi. Çünkü aşkın, vicdanın ve devrimin merkezinde sonsuzluk zamanla ilgili bir kavram değil. Beyinle kalp arasında gidip gelen, en derin sarsılmalarda bile varlığını sürdüren, ışıkların notasından oluşmuş melodik bir histi. Tüm zamanların hile bulaşmış sahtekar insanları saman kağıta çizilmiş karikatürden ibaretti. Valizini gizlice hazırlamış, firari bir güvercin tropik bir ada da özgürce yaşama hayalleri kurarken, buzul bir çölün ortasına düşüvereceğini rüyasında görse inanmazdı ama düştü......

 Japonyanın Fukuşima  şehrini  tarumar eden nükleer felaket sonrası mutasyona uğramış, kocaman patlak gözlü karıncalar gibi ağır aksak ama her an saldırıya hazır canavarlar taburunun ayak izleri vardı noktalarda. Virgüller sisteme baş kaldırırken,  Apollon ve Brütüs büyük oval masanın etrafın da oturmuş dünya sinemalarının geleceği konusunda tartışıyorlardı. Sende mi Brütüs ! diyen diller susmuştu .

Kale surlarına kazınmış küflü sözcükler , antik yollara işlenmiş belli belirsiz kanlı heceler feryadı figan ağlarken, kimsenin adı sanı yoktu. Ne zaman -zamanın içindeydi, ne de zaman -zamanın dışında ..

Bütün düşler mosmor, bütün düşler vurgun yemiş gibi sersemlemişti. Tapınaklar kanlı vampirlerin kirli kanlarıyla boğulmuş,  kibir haset hoyratça mevsimleri kirletmiş, tarihin kadim sayfalarında,  " İNSAN " kimliğini kaybetmiş , bir gurup  sergüzeşt hazindir ki,  kayıp kıta Atlantis'i aramaya devam ediyorlardı.

Taa uzaklardan domino etkisi oluşturan bir ses yükseldi " SEN KİMSİN "....!?

Güneşin doğduğu, insanlığın battığı Doğu Türkistan daki zulme uğramış bir bala'nın feryadını, Endülüs'te ağlayan  duvarları, kahpece planlanmış  bir terör saldırısında şehit düşen babaların ardından ağlayan bebelerin, elleri kınalı yeni gelinlerin can kırıntılarını,  yürek yangınlarını, kimliğini arayan bir Aborjin yerlisinin yakarışını,  Kızılderililere yapılan kıyımların vahşet sesini yada insanlığın öldüğü  bombaların yerle bir ettiği, tarumar olmuş Halep de  annelerin babaların çocuklarına yaktığı ağıdı duyan var mıydı ... !?

Antik zaman canavarlarını hatırlatan görüntüsüyle,  havada sörf yapan 3 metre boyunda 70 kg ağırlığındaki komodor ejderi bir kelebek zarafetiyle piste kondu, markalı gözlüklerini çıkartarak, kendisini karşılamaya gelenlerin şaşkın bakışlarına aldırmadan "merhaba " dedi hızlı adımlarla yürüdü ve gitti.

 Adı " HİÇ "...

Rüyamı gerçek mi bir türlü ayırt edemediği, bir zaman mekan sıkışmasında,  nemli ve buz gibi soğuk şatonun taş koridorlarında koşar adımlarla ilerlerken, hafif ayağı kayar gibi olmuştu. Dengesini sağlamak için sağ yanındaki duvara yaslandığı anda gizli bir kapıyı açan mekanizmayı harekete geçirmişti. Şimdiye kadar hiç duymadığı isimlendirmekte  zorlandığı tuhaf bir koku etrafı ablukası altına almış , tüm  vücuduna ığıl ığıl yayılan ürperti  hızla korkuya dönüşürken, zangır zangır titriyordu. Ürkek yavaş adımlarla ilerleyip devasa bir salonun  tam orta yerinde durdu. Cebinden telefonunu çıkartarak feneri açtı. Az ilerde irili ufaklı mumlarla hemdem olmuş onlarca şamdan vardı. Şamdanlara doğru ilerlediğin de, mumları tutuşturmak için şamdanların hemen yanı başında küçük bir kibrit kutusunun bırakılmış olduğunu gördü. Kibriti alarak çaktı  ve mumları tutuşturdu. Titrek mum Işık'larının aydınlattığı Salonun içi kasvetli ve gizemliydi. Uzak doğu tanrılarının tasvirleri, heykeller, loş ışıkta ürpertici görünen büyük tablolar ve örümceklerin dantel gibi ördüğü ağların arkasında devasa  bir kitaplık vardı. Gittikçe büyüyen bir merak sarmıştı bütün benliğini.

Neredeydi !?

Oda da var mıydı ?! yok muydu ikilemi yaşarken ensesinde bir sıcaklık hissetti. Hızla döndüğünde " HİÇ " kimsenin olmadığını anladı. Loş  bir salonun ortasın da şaşkın bir ruh haliyle sürreal (gerçeküstü ) 

düşünceler girdabında yalpalarken,  havada ki keskin koku boğazını yakmış kısık kısık öksürmeye başlamış,  başının döndüğünü hissettiğinde ayakları yerden kesilmişti. Gözlerini çölde kızgın kumların arasında  yeşil Atlas'tan bir yorgan gibi yayılmış serap da  açtı. 

Burası "HİÇLİK VADİSİ ''.! Artık simsiyah kararsız akan ırmakların rengi maviye dönerken masallar gerçeklerle iç içe geçmiş, “Simurg  Anka” küllerinden yeniden doğmuş, kaf dağının tepesinden cesurca havalandığında kanatlarından  özgürlük  tüyü düşmüş, küflü mahzenlerde kilitli kalmış can kuşlarının prangaları çözülmüştü. Biiznillah Kızıl şafaklar da  binlerce can kuşu havalanıp , hayret vadisinin hiçlik bulvarında rahmet rahmet esen seher yellerine tutunup, zamanı kanatlarına dolayı verdiler. Örümceklerle dolmuş ruhlarına makyaj yapanlar silinip gitmiş, şimdi ne zaman kalmıştı nede mekan sadece  "hiç "..!

Platon " Bir müzik parçasının nağmelerini kemaliyle dinleyen kişi o an ölüverir ” derken yakaza uykusunun manevi pençesi altında hiçlikten bahseden Arı kuşu “ insanı insan yapan sadakat ve merhamettir. Sakın unutma, taslak olmaktan ileriye gidemeyen kıyamet çağının son çığlıklarını. Karikatürleşen ruhu çürümüş, yozlaşmış, barbarlık ve linç kültürünün altında ezilen her şeyin çırpınışı, hızla kınından fırlayan bir hançerin  şiddet ölçüsüyle denktir. Bu da 2 desigramlık kara Elmasın ağırlığıyla aynıdır “diyerek vızıldayarak gitti..

     Evett her şey koca bir HİÇ...!

  Ezelden ebede BÂKİ olan Alemlerin Rabbi ALLAH’tır (Celle Celaluhû )

 

Gül Gülasem ATEŞ

 

YORUM YAPIN

Yorum yapmak için üye olmanız gerekmektedir. Üye girişi yapmak için Tıklayın